• BIST 10336.5
  • Altın 2400.893
  • Dolar 32.2647
  • Euro 34.6857
  • Bursa 11 °C
  • İstanbul 15 °C
  • Ankara 7 °C

Yaşanmışlıklara Dair...

Suna TEPE

Bu hafta yoğun bir haftaydı, bir taraftan “ben artık geldim” diyen baharın adı üstünde, “yorgunluğu”, diğer taraftan rutin işlerin birikmiş olması ya da benzer başka sebeplerden dolayı,  mesela , izlemek istediğim filmleri listeden “Görüldü” olarak işaretleyemedim. Yarım kitaplarımı da bitiremedim, olsun... Nasılsa yaşıyoruz, gecikerek de olsa yapılır hepsi.

Hafta içinde hep “Acaba hangi güzelliği paylaşsam?” sizlerle diye düşündüm durdum. Ama en güzel yaşadığım olay, kışın ölmeye yatan bir nev’i kaktüs sayılabilecek kırmızı çiçeğimin canlanıp çiçek bile açmasıydı. Aslında buraya bir gülücük koymak istedim az önce ama vazgeçtim. Çünkü geçen haftaki yazıyı okurken gülücüklerin yerinde sadece bir harf vardı ve zaten gülücük olduğu da anlaşılmıyordu... Bir “J” harfi. Neyse, siz bazı yerlerde güldüğümü, gülümsediğimi farz edin, zira ben gülmeyi çok sevenlerdenim.

Yaşadığım evde başkalarına çok anlamsız ve gereksiz görünen, çok sayıda “şey” var. Özellikle öyle dedim, zira o tabir iki annemin de eşyalarımıza kullandığı tabirdir. Rahmetliler ikisi de eski olan eşyaları pek sevmezlerdi...Her fırsatta “Hadi artık atın şunları da yepyeni, insan gibi bişeyler alın, ne bunlarla uğraşıp duruyorsunuz?” şeklinde konuşurlardı, biz de her dafasında önce gülerdik, sonra da onları kızdıran itirazımızı ederdik: YAŞANMIŞLIKLARI SEVİYORUZ...

Dünden beri de eski merakımın başlangıcına inmeye çalışıyorum ve sanırım başardım. Buraya kadar okurken sıkılmadı iseniz ben anlatmaya başlıyorum, sıklınca bırakırsınız nasılsa. Çocukken yazları geçirmeye geldiğimiz Bursa’daki anneannemle  dedemin  evinde minik bir bahçe vardı ve toprakla ilk buluştuğum yerdir orası. Sayesinde ilk tanıdığım ağaç da, çıkmamın yasaklandığı, üstünde yol yol karıncaların gezindiği kocaman bir incir ağacıydı. –Hala duruyor o bahçede, epey de yaşlandı, hala incir veriyor en güzelinden Bursa Karası. Ama ne o ev var, ne orada yaşayanlar, ne de artık bize ait...Geçen kış Aralık ayında o ağacın piçlerinden( öyle tabir ediyorlar, affola) alıp saksıda yetiştirmeye çalıştığım dört daldan ikisi balkonda yaşıyor, sağlıklı, onlar kaldı o günlerin izi olarak-...

Nedenini bilmediğim bir sebeple her yaz bir iki serçe ölüsü bulurduk o bahçede. Anneannem de onları ya bir saksının dibine ya da herhangi bir başka yere gömerdi. O yaz bu işi ben yapmak istedim, dokuz yaşındayken. Yer olarak da o incirin bahçeye yayılan köklerinin arasından bir köşeyi seçerek. Kazma ile başladım toprağı atmaya bir süre...Ne kadar bir çukur açacaksam artık. Bir zaman sonra bir şeye takıldı kazma ve çekince de garip şekilli bir obje çıktı dışarı. Daha doğrusu o çıkmak istemese de ben zorla çıkardım.-Burada bir gülme işareti kesin olmalıydı- Bir kaidenin üstünde çok da sabit olmayacak şekilde sağa sola eğilebilen iki metal armut!!! Biri daha büyük ve dalların üstüne raptedilmiş şekilde. Yanlarda da yaprakları vardı orda burda. Kapkara bir şeyler. Minik kuşu defnedip elimdeki bulduğum şeyle yukarı çıktım. Anneanneme gösterdim. Şaşırıp kaldı. “Aaaa bu duruyor muymuş?! Ben onu annem attı , ya da deden sattı sanıyordum.” O ne idüğünü bilemediğim nesnenin bir “buhurdanlık” olduğunu , cemiyetlerde ya da herhangi bir başka istenen zamanda içinde “günlük” denen güzel kokan bir baharatın yakıldığını öğreniyordum. (Elbette bu arada buhurdanlık isminde bir nesnenin varlığını da öğrenmiş oluyordum) “Ay şimdi bu uğursuz şey yine nerden çıktı, al kızım sen onu, senin olsun, oynarsın” dedi anneannem. Elbette hiç bir anlam veremedim ama aldım. Dedemin ailesine ait bir eşya imiş meğer. Selanik’ten gelirken getirmişler. Anneannem ve annesi büyükannem  sevmezmiş oralara ait şeyleri, buna dedemin gençlik anıları da dahil...Dedeme de gösterdim ganimetimi, o çok sevindi ama o da “sende dursun, sakla sen onu” dedi rahmetli. Onu temizledim, aşındırıcı bir madde ile de ovduk tatil dönüşü babamla. O zaman Fay vardı, şimdi yok, tertemiz yaptı. Meğer gümüşmüş bizim armutlar... O gün bugündür ailevi en değer verdiğim objelerdendir, en baştaki belki de. İlk eski eşyam yani...bu aşk öyle başladı, dedeciğimle ilgili olduğundan olabilir çünkü ona dair herşeyi abartarak severdim, hala da öyle...

O zamanlar Eskişehir’de oturuyorduk ve mutfak balkonumuz  aynı sınıfta birlikte okuduğum Onur ve Gümrah kardeşlerin balkonuna bakıyordu...Onların çok ilginç ve balkonda çalışırmasını izlemekten hoşlandığım bir babaları vardı. Neredeyse her hafta sonu bir eski yi ya da başka benzeri bir şeyi getirir, saatlerce onları temizlerdi. Bir gün ben sokakta iken eskiciden çok güzel bir ibrik aldı . Adam el arabasıyla geçiyor bizim sokaktan. Bu pis şeyi de niye alır insan diye düşünmeden edemezsiniz yani o kadar...O pis şeyi bir de haftasonunda görmeliydiniz...Kıpkırmızı, daha sonra ona bakır dendiğini öğrenecektim, şahane bir ibrik...O zamanki benim çocuk boyumdan da daha büyük üstelik. Gümrah’lara giden komşular hep anlatırdı onlarda gördükleri güzel şeyleri. Adam mühendisti ama merak olunca eskici de olunuyormuş. Çok özenirdim onun yaptıklarına. Sonrasında babamın memleketten bulup getirdiği babaannemim kulpsuz acı kahve fincanı, yün eğirdiği iğ, babamın kendi eliyle yaptığı aletler, beni de götürdüğü bit pazarından alınmış ufak tefek şeylerle bu merakım giderek arttı. Sonraları halamın pulları, dedemin inhisar damgalı başucu sürahisi filan derken , halı-kilim-elbise-ev eşyaları ile devam etti. Sonu yok bu işin. Eskiler güzel. Tabii benim gibi düşünen ve hissedenler için. Eskiye ait takılarım bile var, çok severek kullandığım. Çünkü tekler ve yalnızca bende var onlar. Onları edindiğim sevgili Rıza Yüzbaşıoğlu bile yok artık, daha da değerliler...Hepsinde elemeği-göznuru var o deli adamın, nasıl severdik.

“Hayal edebildiğiniz her şey gerçektir” der Pablo Picasso.

 Ben de bunu hep yapıyorum, hayatın önüme koyduğu her alanda. Hayallerim olmasa nasıl bir insan olurdum ki?, düşünemem bile. Çaresiz olduğum çok zamanlar yaşadım, sorunu kendim yaratmadığım, çözemeyeceğim ama yaşamak zorunda olduğum zamanlar...O zamanlarda bile hayalllerimden vazgeçmedim.Çünkü başka hiç bir şeyimiz olmaz bazen. Evet, İstanbul’da yaşıyorken ne kadar eskici-antikacı Pazar varsa açık-kapalı hepsini bilirdik yol arkadaşımla. Biliriz hala. Çalışmadığımız her gün  Üsküdar, Horhor, Kuledibi, Çukurcuma, Topkapı...hangisi denk gelirse soluğu orda alırdık ve sadece dönüş paramızı saklayıp son kuruşumuza kadar küçük metal eşyalar, eski fotoğraflar, taş plaklar, akla gelebilecek her çeşit şeyi alır dönerdik. O gün bugündür evdeki her eşya da oralardan edinilmiş, bizimle yaşaması için yeniden hayat verilmiş eşyalardır. Üsküdar’da bir Josephine kanepe görüp onu gözümde bitmiş haliyle canlandırır ve almaya karar verirdim bazen. Bir Ottoman divan için de aynı şekilde karar verip almıştık. Tabii bu gibi işler insanı bilgi edinmeye de mecbur bırakıyor. Öğrendiğim dönem mobilya isimleri, tür adları ve kumaş cinsleri hep zorunlu öğrenilmiş şeylerdi. Art deco bir kanepeme İngiliz tarzı kumaş aramıştım haftalarca...Ottoman için de özel dokunmuş sırmalı kadife çizgili Brokar kumaş. Her zevkin bedeli var, bu da öyle bir şeydi demek ki. Ama artık ne onları kaplayabilecek ustalar ne de cila ustaları kalmadı...Artık her ev birbirinin aynı, herkes benzer eşyaları takım olarak alıp koyuyor aynı gün evine. Ne katıyorlar onlara hiç bilmiyorum. Yaşlanıyorum, minimal yaşama geçmek istiyorum artık ...Sevdiklerime armağan edip her şeyi  daha sade ve basit , ergonomik koşullarda yaşamak istiyorum, ama onlara benzemekten de ödüm kopuyor. Bilemiyorum.

Eskilerde yaşanmışlıklar var, düşünmeden edemiyorsunuz, “Kim bunda neler yaşadı acaba?” diye...”Mutlu muydu o insanlar, üzülüyorlar mıydı? “O duyguların ne kadarı sinmiştir bu kolçaklara, acaba şuraya bir sevişme mi yoksa bir gözyaşı mı iz bırakmıştır?” “Koltuğumun bu oymasını yaparken usta ne düşünüyordu acaba-ki hatalı bir oymadır mesela-?  Eşyaların da bir ruhu olduğuna ve onları kullananları yansıttığına inanıyorum. Duygusal bağ kurduğum öyle çok eşyam var ki, hani kalkıp gideyim şöyle bir sırt çantasıyla desem mümkünü yok. Bu hem kızdırıyor hem de ne çok anı biriktirmişim diye hoşuma gidiyor bazen. Neyse, elbet bir yolunu buluruz...nesnelere  esir olmak da büyük bir hata, hayatımızı onlara emek harcayarak geçirmek çok yanlış. Hele de sırt çantasıyla dünya gezecek yaşa gelmişsen .

Güzel yaşanacak bir haftaya diyorum, yine de hayatınıza anlam katan şeylerden ve hayal kurmaktan vazgeçmeyerek tabii. İki annemin de çok kullandığı bir atasözüyle bitireyim, ruhları şâd olsun. İnsanın bile eskisine yeterince değer verilmezken, kimbilir, belki de doğrudur. İYİ KALIN.

“Eskiye rağbet olsa, bitpazarına nur yağardı”

  • Yorumlar 0
  • Facebook Yorumları 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2015 Bursa Bakış | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
Tel : 0224. 408 35 78- Haber İhbar Hattı: 0544.201 80 43 Faks : 0224.408 35 78