• BIST 9175.68
  • Altın 4282.245
  • Dolar 39.6797
  • Euro 45.7633
  • Bursa 30 °C
  • İstanbul 28 °C
  • Ankara 29 °C

Ortadoğu ateş çemberinde Türkiye ekonomisi

Doç. Dr. Ergül Halisçelik

Ortadoğu’da fitili yeniden ateşlenen İran-İsrail savaşı, yalnızca bölgesel bir çatışma değil; Hürmüz Boğazı’ndan Türkiye’nin finansal piyasalarına, enerji arzından turizme ve toplumsal dengelere kadar uzanan kırılgan bir zinciri harekete geçiren sarsıcı bir jeoekonomik depreme dönüşmüştür. Petrolde dışa bağımlılık, yükselen CDS primleri, kur baskısıyla tetiklenen enflasyon ve olası göç dalgaları, Türkiye ekonomisinin dış şoklara karşı ne denli savunmasız olduğunu bir kez daha gözler önüne sererken; aynı zamanda, yıllardır ertelenen yapısal reformlar için önemli bir fırsat penceresi de açmaktadır.

Bu kriz sadece askeri ve siyasi bir sorunla sınırlı kalmamış; küresel ekonomik dengeleri sarsacak boyutta bir dalga etkisi yaratmıştır. Gelişmeler, Türkiye’nin halihazırda kırılgan olan ekonomik yapısının dışsal şoklara karşı ne kadar dirençsiz olduğunu açıkça göstermektedir. Enerji, finans ve reel sektör ekseninde çok katmanlı baskılar doğuran bu kriz, Türkiye’yi yalnızca sarsmakla kalmayıp; aynı zamanda yapısal sorunlarını çözerek “kırılganlıktan dirence” geçiş için tarihi bir fırsat da sunmaktadır.

ENERJİ FİYATLARINDAKİ ŞOK VE ENERJİ ARZ GÜVENLİĞİ AÇISINDAN TÜRKİYE’NİN STRATEJİK KIRILGANLIĞI

İran-İsrail gerilimi, küresel enerji ticaretinin kalbi niteliğindeki Hürmüz Boğazı’nı yeniden uluslararası gündemin merkezine taşıdı. Günlük yaklaşık 20 milyon varil petrol ve 306 milyon metreküp LNG’nin geçtiği bu dar geçidin, ABD ve İngiltere’nin sürece müdahil olması hâlinde İran tarafından kapatılma riski, enerji fiyatları üzerindeki yukarı yönlü baskıyı artırdı.

Geçmişte ABD ile Çin arasında yaşanan ticaret savaşı döneminde Brent petrolün varil fiyatı 58,60 dolara kadar düşerek Şubat 2021'den bu yana en düşük seviyesini görmüştü. Ancak yaşanan son çatışmaların ardından Brent petrol yeniden yükselişe geçerek 75 doların üzerine çıktı. Bu bağlamda, fiyatların 100 dolara ulaşması artık uzak bir ihtimal değil.

Türkiye, enerji ihtiyacının %90’ını ithal eden ve doğalgazda da yüksek oranda dışa bağımlı bir ülkedir. Üstelik bu ithalatın önemli bir kısmı İran (%20 doğalgaz), Rusya (%70 petrol), Irak (%25 petrol), Azerbaycan (%15 doğalgaz) ve Kazakistan’dan (%5 petrol) gerçekleştirilmektedir. Bu durum, Türkiye’yi yalnızca fiyat dalgalanmalarına değil, aynı zamanda arz güvenliği risklerine de açık hâle getirmektedir.

Türkiye’nin enerji arz güvenliğinde karşı karşıya olduğu yapısal sorunlar dikkat çekicidir. Öncelikle enerji ithalatı birkaç ülkeye yoğunlaşmış durumdadır; bu da jeopolitik gelişmelere karşı kırılganlığı artırmaktadır. Diğer yandan, sıvılaştırılmış doğalgaz (LNG) altyapısı henüz yeterince gelişmemiştir; bu durum hem kaynak çeşitliliğini hem de piyasa esnekliğini sınırlamaktadır. Ayrıca yenilenebilir enerji yatırımları her ne kadar artıyor olsa da, toplam enerji üretimi içerisindeki payı hâlâ hedeflenen seviyenin altındadır. Bu üçlü tablo, Türkiye’nin enerji politikasında köklü bir dönüşümü zorunlu kılmaktadır.

ENFLASYON VE MALİYET ZİNCİRİ ÜZERİNDEKİ BASKILAR

Savaşlar, pandemiler ve doğal afetler gibi gelişmeler, arz yönlü şoklar yaratarak aynı anda durgunluk ve enflasyonun görüldüğü “stagflasyon” riskini artırır. Enerji fiyatlarındaki hızlı artış, bu riski Türkiye açısından daha da derinleştirmektedir. Petrol fiyatlarının 100 doları aşması, tedarik zincirlerinde kırılmalara ve iç talepte daralmaya neden olabilir.

Yapılan tahminlere göre, petrol fiyatındaki her 10 dolarlık artış, Türkiye’de enflasyonu %1,5 – 2 oranında yükseltmekte ve cari açığı yaklaşık 4 milyar dolar büyütmektedir. Fiyatların 120–130 dolar bandına çıkması durumunda, ilave 25–30 milyar dolarlık bir cari açık riski doğmaktadır. Bu durum döviz talebini artırırken, kur ve enflasyon üzerinde ciddi baskı yaratmakta; faiz oranlarının yüksek seyretmesine, ekonomik büyümenin ise zayıflamasına yol açmaktadır.

Aynı zamanda, Türkiye’nin İran ve İsrail gibi dış ticaret fazlası verdiği ülkelere yaptığı ihracatın azalması, döviz arzını daraltabilir. Bölgesel risk algısının artması ise İran’dan gelen turist sayısında düşüşe ve genel olarak Türkiye’ye olan ilgide azalmaya yol açabilir. Bu gelişmeler, ihracat ve turizm kanallarında kayıplara, dolayısıyla kur ve enflasyon üzerinden yeni ekonomik kırılganlıklara neden olabilir.

Yükselen enerji fiyatları yalnızca yakıt ve ısınma maliyetlerini değil; üretim zincirinin tamamını etkilemektedir. Sanayi, inşaat, tarım ve ulaştırma gibi sektörlerde girdi maliyetleri artarken; Süveyş Kanalı ve Kızıldeniz’deki güvenlik riskleri navlun ve sigorta giderlerini yükseltmektedir. Bu durum ÜFE üzerinde baskı yaratmakta, ardından gecikmeli şekilde TÜFE’ye yansımakta ve tüketici fiyatlarında sert artışlara neden olmaktadır.

Tüm bu dinamikler ışığında, hükûmet tarafından dillendirilen “dezenflasyon” süreci yavaşlamış; fiyat istikrarına ulaşmak daha uzun vadeli ve zorlu bir hedef haline gelmiş olacaktır. 

ÜRETİM VE SANAYİDE DARALMA RİSKİ

Enerji ve döviz kuru maliyetlerindeki artış, özellikle KOBİ’ler ile ithal enerji kaynaklarını yoğun şekilde kullanan sektörlerde üretim daralması riskini ciddi biçimde artırmaktadır. İç talepteki zayıflama ve ihracat pazarlarındaki belirsizlikler de sanayicilerin yeni sipariş almasını zorlaştırmakta, bu da sanayi üretimi üzerinde doğrudan baskı oluşturmaktadır. Artan maliyetler ve talepteki daralma nedeniyle kapasite kullanım oranlarında düşüş yaşanmakta, bu durum üretim verimliliğini olumsuz etkilemektedir. Özellikle Orta Doğu pazarına ihracat yapan tekstil, gıda ve otomotiv yedek parçası gibi sektörlerde faaliyet gösteren firmalar, bölgedeki siyasal ve ekonomik belirsizlikler nedeniyle sipariş iptalleriyle karşı karşıya kalmakta ve dış pazar kayıpları yaşamaktadır. 

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, Türkiye 2024 yılında İran’a yaklaşık 3,2 milyar dolarlık ihracat ve 2,5 milyar dolarlık ithalat gerçekleştirmiştir. Böylece iki ülke arasındaki toplam ticaret hacmi 5,7 milyar dolara ulaşmıştır. Diğer yandan, lojistikte yaşanan aksaklıklar ve artan taşıma maliyetleri, hammadde ve girdi tedarik zincirinde ciddi gecikmelere neden olmakta; bu da üretim süreçlerini daha kırılgan hale getirmektedir. 

FİNANSAL PİYASALARDA DALGALANMA: CDS, FAİZ, KUR KISKACI

Jeopolitik risklerin artmasıyla birlikte Türkiye’nin kredi risk primi (CDS) yeniden yükselişe geçti. Bu artış, yalnızca dış borçlanma maliyetlerinin yükselmesine neden olmakla kalmıyor, aynı zamanda yatırımcı güvenini de ciddi şekilde zedeliyor. Ortadoğu’daki tansiyon enerji fiyatlarında sıçrama, kur tarafında belirgin bir baskı yaratırken yatırımcıların güvenli liman talebinin yüksek kalmasına neden oluyor. Buna bağlı olarak Türkiye’nin 5 yıllık CDS priminin yeniden 300 baz puanın üzerine çıkması, kur ve faizler üzerinde yukarı yönlü baskıyı artırmaya devam ediyor.  

Oluşan bu dalgalanma zinciri birbirini tetikleyen bir kısır döngüye dönüşüyor. CDS primindeki yükseliş, devlet tahvillerinin faiz oranlarını yukarı çekiyor ve bu artışla birlikte de Türkiye’nin borçlanma maliyeti yükseliyor. Bu durum, Borsa İstanbul’da satışların hızlanmasına ve yatırımcıların güvenli liman arayışıyla altın ve dövize yönelmesine yol açıyor. TL üzerindeki baskı giderek artarken, döviz kuru yükseliyor ve bu da kur geçişkenliği aracılığıyla enflasyonun yeniden hız kazanmasına neden oluyor. Sonuç olarak, hükûmetin fiyat istikrarını sağlama çabaları sekteye uğruyor ve Merkez Bankası’nın para politikası araçlarını kullanma esnekliği ciddi biçimde daralıyor.

TURİZMDE GÜVENLİK ALGISI KRİZİ

Türkiye, 2025 yaz turizm sezonuna yüksek döviz geliri beklentisiyle güçlü bir başlangıç yapmayı hedeflemişti. Ancak İran-İsrail savaşıyla artan bölgesel gerilim, özellikle Avrupa kamuoyunda Türkiye'nin "riskli bölge" olarak algılanmasına neden olmaktadır. Güvenlik endişeleri ve hâlihazırda yüksek olan turizm fiyatları birleştiğinde, turistlerin tercihlerini Türkiye aleyhine değiştirmesi ihtimali güçleniyor. Bu durum, Avrupalı turist sayısında azalmaya, kişi başı gecelik harcamalarda düşüşe ve otel doluluk oranlarının yanı sıra erken rezervasyonlarda iptallere yol açabilir. Böyle bir gelişme yalnızca döviz gelirlerinde kayıp anlamına gelmiyor; aynı zamanda turizme bağlı istihdamı, iç talebi ve genişleyen hizmet sektöründeki birçok yan alanı da olumsuz etkileyebilecek bir zincirleme etkiye neden oluyor.

YENİ GÖÇ DALGALARI: SOSYAL VE BÜTÇESEL BASKILAR

İran-İsrail savaşının bölgesel ölçekte genişlemesi, Türkiye açısından yeni ve kitlesel bir göç dalgası riskini kaçınılmaz hâle getirebilir. Özellikle Irak, Suriye ve Lübnan gibi çatışma ortamına sürüklenme ihtimali yüksek ülkelerden Türkiye’ye yönelmesi muhtemel yeni sığınmacı akını, hâlihazırda yaklaşık 4 milyon Suriyeli sığınmacıya ev sahipliği yapan Türkiye’nin sosyal yapısını daha da baskı altına alacaktır. Böylesi bir gelişme, mevcut sosyal uyum politikalarını zora sokarken, entegrasyon sorunlarını da derinleştirebilir. 

Göçmen sayısındaki artış, başta barınma, sağlık ve eğitim olmak üzere temel kamu hizmetlerine yönelik talebi hızla artıracak; bu da kamu harcamalarında ciddi bir artışı beraberinde getirecektir. Özellikle büyükşehirlerde altyapı yetersizlikleri, kaynak sıkıntıları ve yönetimsel kapasiteler üzerindeki baskı artacak, hizmet sunumu aksayabilecektir. Bu yapısal baskılar, toplumda zaten kırılgan olan göçmen algısını daha da olumsuz etkileyebilir. Yabancı karşıtlığının körüklenmesi, toplumsal huzursuzlukların ve sosyal gerilimlerin artmasına zemin hazırlayabilir. Dolayısıyla bu tür bir senaryoya karşı sadece insani değil, aynı zamanda sosyal ve ekonomik etkileri de dikkate alan bütüncül bir göç yönetimi stratejisi geliştirilmesi artık ertelenemez bir zorunluluk hâline gelmiştir.

TÜM BU RİSKLERE KARŞI TÜRKİYE NE YAPMALI? STRATEJİK ÖNERİLER

İran-İsrail savaşıyla derinleşen kriz, Türkiye’nin uzun süredir var olan yapısal sorunlarını bir kez daha görünür kılarken, bu sorunların çözümü için güçlü bir reform gerekçesi de sunmaktadır. Türkiye açısından artık ertelenemez hâle gelen bazı öncelikli alanlar vardır.

• Enerji alanında, öncelikle Türkiye'nin sıvılaştırılmış doğalgaz (LNG) altyapısını geliştirmesi gerekmektedir. Bu, hem kaynak çeşitliliğini artırmak hem de arz güvenliğini sağlamak açısından önemlidir. Türkiye’nin Hürmüz Boğazı gibi riskli bölgelerden yapılan enerji ithalatında azaltmaya gitmesi ve enerji arz güvenliği için ülke ve ürün çeşitlendirme politikalarının hızla uygulaması gerekmektedir. Bunun yanı sıra, yenilenebilir enerji yatırımlarının hızlandırılması, hem dışa bağımlılığı azaltacak hem de sürdürülebilir ekonomik büyümeye katkı sunacaktır. Ayrıca Afrika, Orta Asya ve Doğu Akdeniz gibi farklı coğrafyalardan tedarik sağlamak üzere uzun vadeli enerji anlaşmalarının yapılması, jeopolitik risklere karşı daha dirençli bir yapı oluşturacaktır. 

• Finansal alanda ise risk primini düşürmeye yönelik yapısal reformların hayata geçirilmesi gerekmektedir. Bu reformlar arasında hukuk sisteminin güçlendirilmesi, mali disiplinin sağlanması ve eğitim politikalarının ekonomik ihtiyaçlara göre yeniden yapılandırılması öne çıkmalıdır. Aynı şekilde, kur ve faiz politikalarında şeffaflık ve tutarlılık sağlanmalı; uluslararası yatırımcıların güvenini artıracak dış politika ve diplomasi adımları atılmalıdır. 

• Turizm sektöründe de çeşitlilik ve dayanıklılık kazandıracak adımlar atılmalıdır. Türkiye, Asya ve Körfez ülkeleri gibi alternatif pazarlara daha fazla açılmalı; kriz dönemlerinde ülke imajını koruyacak etkili iletişim stratejileri geliştirmelidir. Kültür, sağlık ve doğa turizmi gibi alternatif alanlara yapılacak yatırımlar, turizm gelirlerinin sürdürülebilirliğini artıracaktır. 

• Sosyal politikalar açısından ise göç yönetimi kritik bir başlıktır. Türkiye, yeni göç dalgaları ihtimaline karşı Avrupa Birliği fonları ve uluslararası destek mekanizmalarını etkin şekilde kullanmalı; sosyal uyumu sağlayacak projelere, yerel yönetim desteklerine ve eğitim altyapısına yatırım yapmalıdır. Bu sayede hem toplumsal gerilimler önlenebilir hem de sosyal bütünlük korunabilir.

Tüm bu başlıklar, Türkiye’nin krizi yalnızca atlatmakla kalmayıp, aynı zamanda daha dirençli ve sürdürülebilir bir yapıya kavuşmasını sağlayacak stratejik dönüşüm alanlarıdır.

SONUÇ: SARSILAN DENGELERDEN STRATEJİK DÖNÜŞÜME 

İran-İsrail savaşıyla tetiklenen jeopolitik sarsıntı, Türkiye’yi yalnızca ekonomik göstergeler düzeyinde değil; aynı zamanda derin, yapısal ve stratejik boyutlarıyla da etkileyen çok katmanlı bir kriz hâline gelmiştir. Bu gelişmeler, mevcut ekonomik düzeninin ne denli kırılgan olduğunu, Türkiye’nin enerji, dış ticaret ve sıcak para gibi dışa bağımlı unsurlar üzerine kurulu mevcut ekonomik modelinin sürdürülebilirliğini ciddi biçimde sorgulatmaktadır. Yaşanan gelişmeler, ülkenin yalnızca kısa vadeli dalgalanmalara değil, aynı zamanda stratejik tehditlere karşı da ne kadar savunmasız kaldığını göstermektedir.

Türkiye’nin artık yalnızca "krizlere tepki veren" bir pozisyondan çıkarak, ön alıcı, dayanıklı ve sürdürülebilir bir kalkınma modeline yönelmesi şarttır. Bu zorunlu dönüşüm, sadece ekonomi politikalarıyla sınırlı kalmamalı; enerji güvenliğinden dış politikaya, eğitimden teknolojiye, tarımdan dijitalleşmeye kadar pek çok alanı kapsayan bütüncül bir stratejiye dayanmalıdır.

Türkiye'nin artık stratejik reflekslerini güçlendiren, öngörüye dayalı, krizleri önceden sezebilen ve hazırlıklı politikalarla karşılayan bir yapıya geçmesi gerekiyor. Geleceğe hazırlanmak, ancak yapısal reformlarla mümkündür. Yargı bağımsızlığının güçlendirilmesi, mali disiplinden taviz verilmemesi, şeffaflık ve hesap verebilirliğin esas alınması ve bilim temelli politika üretiminin kurumsallaşması, bu dönüşümün temel yapı taşlarını oluşturmalıdır.

Enerji arz güvenliğini artıracak altyapı yatırımları, yenilenebilir kaynaklara yönelim, tarımsal üretim kapasitesinin artırılması, katma değerli sanayiye geçiş, nitelikli insan kaynağı yetiştirilmesi ve sosyal uyum politikalarının güçlendirilmesi; Türkiye’nin yalnızca mevcut krizi aşmasını değil, gelecekte benzer şoklara karşı daha dirençli bir ülke hâline gelmesini de sağlayacaktır. Bu noktada Türkiye, içine kapanan değil; uluslararası iş birliklerine açık, krizlerden fırsat üretebilen ve uzun vadeli refahı önceleyen bir vizyona ihtiyaç duymaktadır. İran-İsrail savaşı, Türkiye açısından yalnızca bölgesel bir çatışma değil; aynı zamanda bir kırılma anı, bir yol ayrımıdır.

Bu kriz, ekonomik olduğu kadar siyasal, sosyal ve stratejik bir uyarıdır. Türkiye bu uyarıyı doğru okuduğu takdirde, sadece bu dönemin zararlarını sınırlamakla kalmayacak; aynı zamanda gelecek kuşaklara daha güçlü, bağımsız ve dirençli bir ekonomi bırakma şansını da yakalayacaktır.

Bu süreçte Türkiye, krizi izleyen değil; çözümün parçası olan, barışçıl yolları teşvik eden ve bölgesel diyalog ile diplomasiye öncülük eden bir aktör olmalıdır. Zira bu çatışmanın hem ekonomik hem insani bedelini en ağır şekilde ödeyen ülkelerden biri yine Türkiye olacaktır. Barıştan yana tutum, yalnızca bir dış politika tercihi değil; aynı zamanda ekonomik istikrarın ve toplumsal huzurun da vazgeçilmez bir şartıdır.

Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2015 Bursa Bakış | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
Tel : Haber İhbar Hattı: 0544.201 80 43 Faks : 0544.201 80 43